X

Röportaj: Tülin Küre

Fotoğraflar: Mertcan Demirdöğen

 

 

 

Emin Hitay’ı tanıyabilir miyiz?

1958 İstanbul doğumluyum. Kabataş Erkek Lisesi'nin ardından Ege Üniversitesi'nde İşletme Fakültesi’ni bitirdim, daha sonra İstanbul'a dönerek bilgisayar programcılığı yaptım. Aslında üniversite yıllarında devlet memuru olarak sistem operatörlüğü yapıyordum, fakat daha sonra bir sene programcı olarak çalıştıktan sonra kendi işimi kurmak ve girişimci olmak istedim. 1980 yılında ilk şirketimi kurarak tekstil sektörüne atıldım. O zamandan bu zamana, tekstil sektörünün ardından bilişim sektörü ve diğer işler devam ediyor.

 

 

 

Türkiye'ye İddaa’yı getiren kişisiniz. Bir de bunun yanında 'Bilyoner' var. Bilyoner ve İddaa arasındaki fark nedir? Bir de şunu öğrenmek istiyorum, İddaa'yı getirirken bu kadar büyük bir risk aldınız. Acaba olur mu, olmaz mı diye düşündünüz mü hiç?

 

 

 

Bilyoner.com, İddaa oyununu online olarak sadece internet üzerinden oynatan bir şirket. Bilyoner’de şu anda İddaa'yı oynatıyoruz ama dışarıdaki bayiilerde değil, internetten online olarak oynatıyoruz.

 

 

 

Risk alarak girişim yapıyorsunuz, riski alırken günlerce düşünüyor musunuz yoksa bazı iş adamları hep anında karar verir ve anında uygular, siz de anında karar verip mi uyguluyorsunuz yoksa bir süreç var mı?

 

 

 

Girişimciliğin özünde risk var. Risk almak istemeyen girişimci olamaz. Risk almak gerekiyor ki bir işe adım atabilesiniz ve girişimci olabilesiniz. Dolayısıyla benim girdiğim her işte risk muhakkak vardır. Ama benim risk alma katsayım yüksek olabilir. Daha fazla riske girebiliyorum. İddaa'yı getirdiğimizde, bu kadar tutacağını bilmiyorduk. Bazı işler var ki düşündüğünüzden çok daha iyi gidiyor. Ama yaptığım girişimlerle otuzun üzerinde şirket kurdum, bunun bir tanesi iyi gittiyse, on taneden sekiz tanesi düşündüğümüzden daha kötü gitmiştir. Dolayısıyla bir girişimin düşünülenin fevkinde, çok ilerisinde iyi olması, nadir olan bir durumdur. Ama genellikle medyada, girişimcilerin anlattığı iş öykülerinde hep başarılı işlerden söz edilir. Başarılı olmayanlardan, hesapların tutmadığı girişimlerden hiç bahsedilmez.

 

 

 

Hakkınızda bir araştırma yaptığım zaman size en çok sorulan sorunun yenilikçi kişiliğiniz ile ilgili olduğunu gördüm. Yenilikçi doğulur mu olunur mu, yoksa zamanla kazanılan bir tecrübe mi sizce?

 

 

 

Zamanla bir takım tecrübeler kazanabiliyorsunuz ama yenilikçinin özünde girişimcilik var, çünkü farklılaşmak zorundasınız. Farklı olamazsanız aradan sıyrılıp çıkamazsınız. Dolayısıyla şartlar, pazarın durumu sizi zaten yenilikçi olmaya zorluyor. Bu nedenle yenilikçi olmak zorunda hissediyorsunuz kendinizi ve kendiliğinden deneyim kazanarak daha yenilikçi bir girişimci olmaya başlıyorsunuz.

 

Peki bu ülkede yenilikçi olmak ne kadar doğru yani ne kadar potansiyeli var ülkenin? Bir iş adamı olarak sürekli yatırım yapmak, yenilik yapmak doğru bir adım mı?

 

 

 

Tabii ki... Şu an halihazırda sürdürdüğünüz işte de yenilikçi olabilirsiniz. Kurduğunuz, doğru giden işte de yenilikçi bir takım girişimlerde bulunursunuz, farklılıklar yaratabilirsiniz ve pazardaki rakiplerinizden ayrışır, sıyrılırsınız daha başarılı olabilirsiniz. Dolayısıyla yenilikçi demek sadece yeni bir şirketi kurup orada yenilikçilik yapmak değildir. Mevcut bir işte de yenilikçi olunabilir.

 

 

Peki bu konuda gençlere tavsiyeleriniz neler?

 

 

 

Gençlere tavsiyem; sebat, sebat, sebat. Sebat derken, bir işi sonuna kadar götürme kararlılığından söz ediyorum. Gençlerimiz şu anda hemen bir anda oluversin istiyorlar. Biraz daha sabırlı olmaları gerekiyor. Tabii ki girişimci olmak istiyorlarsa mutlaka risk almayı bilmeleri gerekiyor. Eğer bir işi yapmak istiyorlarsa o işi yapan bir firmada belki birkaç sene çalışmaları, biraz deneyim kazanmaları yararlı olabilir. Ben buna “berberliği başkalarının kafasında öğrenmek” diyorum. Yani o işe gireceklerse o işle ilgili bir şirkette biraz çalışsınlar, deneyim kazansınlar, ondan sonra o işte girişimde bulunsunlar, daha iyi olur.

 

 

 

Sizin başka bir yönünüze değinmek istiyorum, 2008‘den beri Endonezya'nın fahri konsolosusunuz. Endonezya ile ilişkilerimiz nasıl, Türkiye'yi nasıl değendiriyorlar?

 

 

 

Endonezyalıların Türkiye'ye bakışı çok olumlu. Bizim tarihsel bağlarımız var. Zamanında Sumatra adasında Açe'ye bağımsızlık savaşında yardım etmek üzere sultanımız üç gemiyle asker göndermiş. Dolayısıyla negatif bir bakış kesinlikle yok, tam tersi “Türk’üz” dediğiniz zaman olumlu bir şekilde karşılanıyorsunuz ve Endonezya için çok olumlu, sıcak ilişkilerimizin olduğu bir ülke diyebilirim.

 

 

 

Ticari ilişkilerimiz nasıl?

 

 

 

2006 yılından beri Endonezya'ya gidiyorum.Yaklaşık yedi sene oldu ancak ne yazık ki çok gelişemedi. Uzaklığından mı, yoksa ilişkileri tam olarak istediğimiz gibi oturtamadığımızdan mı kaynaklanıyor bilemiyorum. Şu anda ticaret hacmimiz çok düşük ve baktığımızda Endonezya tarafı daha yüksek görünüyor. Üçte iki onlar bize gönderiyor, üçte bir biz ihraç ediyoruz. Onların lehine bir durum var şu anda, zamanla gelişecek diye düşünüyorum.

 

 

 

Peki bir iş adamı olarak neler yapmalısınız bunun için, daha iyiye gitmesi için?

 

 

 

Karşılıklı daha sık ziyaretler yapılmalı. Ama en önemli şey; katıldığım bir DEIK toplantısında da belirttiğim gibi her iş konseyinin başkanı, bir Türk dizisini başkanı olduğu ülkeye götürsün. Dizilerle kültürünüzü, insanınızı, ülkenizi tanıtmanız çok daha kolay. Bu konuda bir girişimde bulundum ve Aşk-ı Memnu dizisini Endonezya'ya götürdüm. Sadece Türkçe olarak yapılmıştı dizi. Tabii Türkçe’den Endonezya diline, Bahasa diline çevrilmesinde biraz zorluklar yaşandı ama 15 bölümü çevirdiler. Ancak öğleden sonra bir saate koydukları için çok izlenemedi ve yayından kaldırıldı. Şu anda görüyorum ki Orta Doğu’da, Balkan ülkelerinde çeşitli ülkelerde dizilerimiz çok revaçta ve bu sayede Türkiye’ye o ülkelerden gelen turist sayısında çok artış var.

 

 

 

Son zamanlarda Türk dizileri çok meşhur oldu hatta birçok sanatçımız da yurt dışında tanınmaya başladı. Bu diziler sayesinde bunun start’ını siz mi verdiniz ilk olarak?

Ben vermedim, daha önceden başlamıştı bu işbirliği. Orta Doğu ülkelerinde ve Balkan ülkelerinde başlamıştı, ben de bir katkı olması adına Endonezya‘da Türk kültürünü, Türk insanını daha iyi tanımaları adına böyle bir girişimde bulundum ama başarılı olamadım. Görüyorum ki şu anda birçok ülkede Türk dizisi oynatılıyor.

 

 

Aynı zamanda siz bir sanatseversiniz. Sanat koleksiyonlarınız var Art Basel’e sürekli gidiyorsunuz, yurt içinde ve yurt dışında sanatla çok ilgileniyorsunuz. Türkiye'deki sanatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

 

 

Koleksiyona ilk başlayışım 1986 yılıydı, aradan 26-27 sene geçmiş. İlk o zaman iki tane sanat eseri almıştım. Çok zaman geçti ve Türkiye de çok değişti. O zaman sanat eserlerine ilgi bu kadar fazla değildi. Ben bunun biraz da kişi başına gelirin artmasıyla, ülkenin zenginleşmesiyle değiştiğini düşünüyorum. Ekonomik olarak az gelişmiş ülkelerde sanata o kadar fazla değer verilemiyor. Ama ekonomik olarak gelişmiş, kişi başına düşen gelirin fazla olduğu ülkelerde sanata yapılan harcama da yüksek. Bu şunu da gösteriyor, Türkiye’de kişi başına düşen gelir reel olarak ciddi biçimde artmış, sanat eserlerine, sanatçılara, galerilere ilgi de artmış.

 

 

 

Siz şimdi yeni bir proje başlattınız. Bu projenin ilk startını veren iş adamlarından biri sizsiniz. Üç tane üniversite öğrencisini kendi alanlarında branşlarında gayet notları yüksek olan anladığım kadarıyla, üç arkadaşımızı Art Basel e gönderiyorsunuz. Konaklama, yeme, içme her şey size ait. Doğru mudur?

 

 

 

Geçen sene Art Basel‘e gittiğimde Türkiye’den öğrenci ya da sanatçı olarak çok fazla kişiyi göremedim, daha önce de göremiyordum. İlk gittiğimiz zamanlar Art Basel'e ilgi çok daha azdı. Koleksiyoner olarak, sanatsever bazında da ilgi çok azdı. Son senelerde giderek artmaya başladı, ama belirttiğim gibi öğrencileri göremiyordum. Bu nedenle bir fikirle döndüm Art Basel'den geçen sene. Türkiye'de bir üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi’nden başarılı 3 öğrenciyi seçip Art Basel'e götürerek tüm masraflarını karşılamak... Bu konuda Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü ve Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı ile bir toplantı yaptım, önerimi memnuniyetle karşıladılar, örnek olmasını istediler. Diğer iş adamlarımız da bunu yapar ve her biri 3'er öğrenci götürürse, 30 iş adamımız 90 öğrencimizi her sene oraya götürür diye düşündüm.

 

 

 

 

 

Götürüyorlar mı peki ?

 

 

 

Şu anda ilk ben başlatıyorum ama bundan sonra olacağına inanıyorum. Çünkü Türkiye‘de sanatsever, koleksiyoner bunu yapmak isteyen birçok iş adamımız var.

 

 

 

Öğrencilere gerçekten katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

 

 

 

Tabii ki. Sanat aslında görsel... O öğrencilerimiz Art Basel’e gittiği zaman, dünya çapında sanatçıları görecek. Taklit edecek anlamına gelmiyor, ancak görgülerini geliştirerek kendi üsluplarını oluşturma anlamında çok yardımcı olacağına inanıyorum.

 

 

 

Türkiye'de ve uluslararası sanatçılar arasında beğendiğiniz isimler hangileri?

 

 

 

İsim vermek çok doğru değil ama ben rahmetli Burhan Doğançay'ı çok beğenirim. Onun yaptığı çok güzel bir eser var ancak ne yazık ki Türkiye'den alamadım, Fransa'dan telefonla bir müzayededen aldım. Kapılar serisinden, çok beğendiğim bir eserdir. Daha birçok sanatçımız var ancak onların isimlerini söyleyip ayrım yapmak çok doğru gelmiyor bana.

Siz sanatı anlatırken gözünüzde bir ışık yandı. Bu sanat aşkı birdenbire nasıl geldi size, daha önceden belki birikim vardı bilmiyorum ama, sanat farklı bir şey...

 

 

 

Ben bir sanat sever olarak; alaylı sanatseverim. Mektepli değilim, okulunda okumadım. Fakat sanata ilgim, sevgim hep vardı. Lise, üniversite yıllarında bir fotoğraf makinem vardı, Nikon F501. O zamanlar, onunla çıkar hafta sonları resim çekerdim. Çektiğim diaları da müzik eşliğinde arkadaşlarıma gösterirdim. Fotoğraf olsun, resim olsun, sanata hep bir ilgim vardı. Bunun eğitimle değil, içten gelen bir şey olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda iş stresinden kurtulup başka bir dünyaya girdiğimiz bir ortam olarak gördüğüm için beni rahatlatıyor, iyi geliyor.

 

 

 

Anladığım kadarıyla boş zamanlarınızı fotoğraf çekerek geçiriyorsunuz. Golf sizin için ayrı bir yere sahip, biraz ondan bahsedebilir misiniz?

 

 

 

Golf benim çok sevdiğim bir spor. 1994 yılında golfe başladım. 3 sene de Klassis Golf'te kaptanlık yaptım. Fakat 2002 yılında bir kayak kazası geçirdim ve 3 sene sağ kolumdaki kırık nedeniyle fizik tedaviye gittim. O dönemde 3-4 yıllığına golfu bıraktım. Sonradan da işlerin yoğunluğundan bir türlü yeniden başlayamadım ama oğlum ve eşim oynamaya devam ediyor.

 

 

 

 

 

Bu kadar yoğun tempoda ailenize zaman ayırabiliyor musunuz?

 

 

 

Girişimciyseniz düzensiz hayata, strese, uykusuz gecelere hazırlıklı olmanız lazım. Yeteri kadar zaman ayırdığımı düşünemiyorum çünkü yurtiçi ve yurtdışı programımız çok yoğun. Dolayısıyla yeteri kadar zaman ayıramıyorum. Bazen eşim de bundan rahatsız oluyor ve sosyal yaşamıma daha fazla zaman ayırmamı istiyor. Ama ruhumuza işlemiş, değiştiremiyoruz. Böyle gidecek herhalde.

 

 

 

Oğlunuzun da sizin yolunuzdan gitmesini ister misiniz yoksa kendi istedikleri bölümlerde gitmeleri için izin verir misiniz?

 

 

 

Yaşam onun, ne isterse onu yapmalı...