X

Şimdi, 50’ye 1 kala, salonun köşesinde oturmuş, pencereden yoldan geçen insanlara, arabalara, kedilere, kaldırıma boylu boyunca uzanmış köpeklere, sabırla çıplak dallarının yapraklarla dolacağı günü bekleyen ağaçlara, kızıl bir halı gibi, yan yana uzanmış binaların üzerini örten çatılara, ayağa kalksam başımı bulutlarının üstüne çıkaracakmışım kadar yakın duran gökyüzüne, artık trilyonlarca ışık yılı uzakta olan dünlerime bakıyorum.

 

Buraya, salonun köşesindeki bu sandalyenin üzerine, nasıl geldim hatırlamıyorum; buradan kalkınca nereye gideceğim bilmiyorum!

 

Buraya kadar gelirken yolda karşılaşacağım şeylerle ilgili, çoğunun ne olduğunu unuttuğum, büyük beklentilerim vardı doğrusu ama işte şimdi buradayım ve nerede, ne zaman biteceğini bilmediğim yolun geri kalanı için, Danimarkalı filozof Kierkegaard’ın ‘Kahkaha Benden Yana’ kitabında anlattığı öyküde rüyasında göğün yedi kat üstüne çıkan ve tanrılar tarafından ‘gençlik, güzellik, güç, uzun ömür, en güzel kadın ya da başka nimetlerden’ birini seçmesi istenen adam gibi tek bir dileğim var: “Kahkaha hep benden yana olsun...”

YAŞANMAMIŞ BİR YAŞAM YAŞAYANLAR

Hayat bu biricik dileğime ne cevap verecek bilmiyorum ama son birkaç gündür, geçen hafta evinde ölü bulunan, Prof. Doğan Cüceloğlu’nun Youtube’da izlediğim bir videosunda söyledikleri dönüp duruyor kafamın içinde: “Hepimiz öleceğiz. Kendimi örnek vereyim. Yaşlanacağım, doktora gideceğim, doktor ‘Canım hocam sizin kitapları çok seviyorum, keşke elimden bir şey gelse... Üç hafta, üç ay büyük adres değişikliği; helalleşin’ diyor. Helalleşiyorum. Gidiyorum mezarlıktan yerimi alıyorum. Kitabeyi yazdırıyorum. Ama şu soruyu soruyorum, ‘Silifke Mukaddem Mahallesi, Becirli Sokak No 1’de doğdum. 11 çocuklu bir ailenin 11 numaralı çocuğuyum. Yaşadım ve üç hafta, üç ay sonra öleceğim; peki ben yaşadım mı be? Bu benim hayatım mıydı? Hakikaten yaşadım mı ben? İki türlü cevap verebilirsiniz birisi ‘Yok lan aklıma bile gelmedi. El alem ne der diye yaşadım ben. Ömrüm boyunca başkalarının benden beklentilerini yerine getirmek için çabaladım ve şimdi ölüyorum.’ Böyle insanları tanıyabilir misiniz? Evet, yaşlandıkça mendeburlaşırlar. Özellikle çocuklara ve gençlere çok öfkelidirler. Mutlu insanlar görmeye tahammülleri yoktur. Çünkü içi bilir; yaşanmamış bir yaşamdır onunki. Ve Erich Fromm der ki; ‘Yaşanmamış yaşamlar dünyadaki bütün savaşların, kötülüklerin temelidir.’”

“GERÇEKLİK – BEKLENTİLER = MUTLULUK”

Neredeyse 25 yıl önce Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde, cebi hayattan beklentilerle dolu bir öğrenci olarak, söylediklerini nefes almadan dinlediğim Cüceloğlu bu dünyadan giderken, hayat sınavında ne zaman karşıma çıksa boş kağıt verdiğim sorularla baş başa bıraktı beni: “Bu benim hayatım mıydı? Hakikaten yaşadım mı ben?”

 

Fransız düşünür Voltaire’in, 'yaşanmamış yaşamlar çöplüğü'nün girişine büyük harflerle yazılması gereken “Asla yaşamayız, hep yaşamayı bekleriz...” sözünü ilk okuduğum gün, balonu daha da yükseklere çıkarmak için aşağıya atılan, sepetin kenarındaki, kum torbaları gibi bir bir vazgeçtim beklentilerimden ben.

 

Tek hedefim “El alem ne der” değil “Yaşadım” diyebilmek oldu.

 

Ekonomist Rakesh Sarin ve Manel Baucells, ‘Engineering Happiness’ kitaplarında verdikleri ‘Gerçeklik - Beklentiler = Mutluluk’ formülünü birebir uygulayamasam da, ‘geçer not’ alırım umuduyla, gidiş yolumun doğru olmasına çalıştım hep.

DÜŞÜK BEKLENTİLER MUTLULUK GETİRMEZ Mİ?

Hayattan beklentilerimiz yüksek mi olmalı yoksa ondan bir şey beklemeden önümüze ne getirirse kabul edip bir kenara mı çekilmeliyiz?

 

Bazı bilim insanları düşük beklentilere sahip olarak tatmin edici bir yaşam sürmenin mümkün olmadığını söylüyor. Onlara göre hayattan hiçbir şey beklememek bir memnuniyet değil olsa olsa yorgun bir teslimiyet demek! Gerçekleşmeyecek büyük beklentilere sahip olmaktan korkup, hayal kırıklığına uğramaktan kaçarken bir bakmışsınız hayatınızın kendisi baştan aşağı bir hayal kırıklığı oluveriyor.

 

Beklentilerimizi olabildiğince yüksek tutmamız gerektiğini öğütlüyorlar: “Düşük beklentilere sahip olmak mutluluk getirmez!”

 

Gel de bunu arkadaşına yazdığı bir mektupta “Mutluluğum sınır tanımıyor” diyen Tolstoy’a anlat.

 

Büyük yazar 50’sine 1 kala birden bire her şeyin, tüm beklentilerinin, boş olduğunu fark etmiş, cevabını bulamadığı bir sorunun elleri boğazını sıkmaya başlamış: “Gogol’den, Puşkin’den, Shakespeare’den, Moliere’den dünyanın tüm yazarlarından daha ünlü biri olacaksın, sonra ne olacak? Buna cevap veremiyorum. Bunun cevabı yoktur! Sorular beklemiyor, hemen cevap vermek gerekiyor; verilemiyorsa artık hayat olanaksız hale gelmiştir...”

 

HEPİMİZ PYGMALION KADAR ŞANSLI DEĞİLİZ

‘Düşük beklentilere övgü’ başlıklı yazısında insanın mükemmel olmak için çabalaması gerektiğini ancak iş dünyayla kişisel bağlantımıza geldiğinde çıtayı indirmemiz gerektiğini söyleyen James Parker ekliyor: “Bir gün hayatın size getirdiklerinin anlamını daha iyi anlayacaksınız. İçtiğiniz çay, oturduğunuz kafe, masanızın üzerindeki hafif sıcaklık... Bir gün sadece bunlar yeterli olacaktır.”

 

Shakespeare’den daha iyi bir yazar olmak mı yoksa içtiğin çayın tadına varmak mı? Sonuçta hepimiz usta heykeltıraş Pygmalion kadar şanslı değiliz beklentilerimiz konusunda...

 

Kocaman bir beklenti denizine dalıp içinde ‘inci’ olan istiridyeyi bulmaya çalışıyoruz gibi hissediyorum bazen. Elimde onlarca boş istiridye kabuğuyla aynı soruları sorarak çıkıyorum kıyıya her seferinde...

 

Başkalarının bizden beklediği şeyleri gerçekleştirmek için debelenip dururken kendi hayatımızı yaşamayı unutuyor muyuz?

 

Hep daha fazlasını beklerken sahip olduğumuz güzelliklerin tadını çıkarmayı ıskalıyor muyuz?

HAYAT ADİL OLMAK ZORUNDA MI?

 

 

 

Athena’nın da dediği gibi ‘beklentiler sadece üzer mi?’ bilmiyorum. Olmasını istediğimiz beklentilerimizin peşinde dolanıp dururken yaptığımız ya da yapmadığımız seçimlerin toplamı değil mi zaten içinde debelenip durduğumuz hayatımız!

 

Hayattan hep daha fazlasını isteyen, her fırsatta ona meydan okuyan bir arkadaşımın o içi boş ‘beklenti dağı’nın zirvesinden yuvarlandığına şahit oldum bir keresinde... Şimdi hayatın sillesini yemiş, yüzü gözü yara bere içinde, mutluluğun kapısını çalmasını bekliyor bir başına! Kendi kendine sürekli aynı şeyi mırıldanıyor: “Hayat adil değil, hayat adil değil...”

 

İmkanım olsa Alexander Pope’u karşısına oturtup “Hiçbir şey beklemeyen biri kutsanmıştır. Çünkü asla hayal kırıklığı yaşamaz...” diye ona bağırmasını isterdim ama işte ‘hayat adil değil!’

BAŞKALARININ BEKLENTİLERİNİN ESİRİ OLMAK

Seven ve sevilen bir insan, iyi bir eşi, çocukları olan, mal mülk sahibi Tolstoy’un bir sabah uyanıp tüm bunlarda bir anlam bulamaması gibi ben de saatlerdir pencereden dışarıyı izleyip tüm bunların bir anlamı olmasını diliyorum! Tolstoy konuşmaya devam ediyor: “Hayat sarhoşu olarak yaşayabilirsiniz ancak ayılır ayılmaz her şeyin ufak bir kırıntı, anlamsız bir kırıntı olduğunu görmeden edemezsiniz...”

 

‘Kahkahanın benden yana olmasından’ başka bir beklentimin olmadığı şu hayatımda 50’ye 1 kala, salonun köşesinde oturmuş, dışarıda akıp giden hayatı izliyorum. Buraya, salonun köşesindeki bu sandalyenin üzerine, nasıl geldim hatırlamıyorum, buradan kalkınca nereye gideceğim bilmiyorum!

 

“Yaşamını kendi özgür iradesiyle yönlendiremeyen kişi, başkalarının beklentilerinin esiridir” diyen Doğan Cüceloğlu’nun soruları kulaklarımda çınlıyor; “Ben yaşadım mı be? Bu benim hayatım mıydı? Hakikaten yaşadım mı ben?”