"2. Dünya Savaşı ya da Fransa’daki iç savaş zamanında, sıradan insanların yaşamı fanatiklerin saplantılarına kurban edilmişti. Bu nedenle de erdemli bir insanın sorması gereken soru artık, ‘Nasıl hayatta kalırım’dan çok ‘Nasıl insanlığımı korurum’dur..." diyor Sarah Bakewell ‘Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı’ kitabında Stefan Zweig’dan bahsederken...

Hitler’in vahşeti ve ‘manevi yurdum’ dediği Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesi karşısında ‘insanlığını koruyamayacağından korktuğu için’ intihar ederek yaşamına son veren Zweig gibi hissediyorum bu sabah. İstanbul’un göbeğinde masum insanları öldüren alçaklar karşısında ‘insanlığımı koruyamayacağımdan’ korkuyorum. Sosyal medyada ‘insanlığını koruyamayanlar’ın yazdıklarını gördükçe Stefan Zweig gibi büyük bir umutsuzlukla, çaresizlikle kendi içime çekiliyorum.

NEREDEN BİLECEKTİN OZANCAN!

Stefan Zweig’ın 'Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar' arasında gösterdiği büyük yazar Tolstoy, günlüğünün her sayfasına ‘E.H.H.’ (Eğer hâlâ hayattaysam) notuyla başlıyormuş.

Tolstoy’dan 100 yıl sonra bu ülkede, uzun bir süredir, biz de her sabaha böyle başlıyoruz: Eğer hâlâ hayattaysak!

Kendi sefil hayatımızın ‘şiiri’nin nakaratı oldu bu cümle resmen; eğer hâlâ hayattaysak...

İşte biz bugün de hayattayız...

44 güzel insan değil...

Berkay Akbaş değil...

Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın adını ‘hashtag’leyip tweet atan, en büyük hayali doktor olmak olan, Fenerbahçe âşığı 19 yaşındaki Berkay Akbaş... Nereden bilecekti Berkay...

Biz nereden bileceğiz...

DUYMAK DÜŞÜNMEKTEN AZ ÜZER

14 ay önce yazdığım, 5 ay sonra tekrarladığım şu satırları 9 ay sonra bugün yeniden yazıyorum: “Antik filozoflardan biri ‘Duymak düşünmekten daha az üzer bizi...’ demiş! Ülke olarak son birkaç aydır ‘ölüm’ duymaya o kadar alıştık ki neredeyse üzerine hiç düşünmez olduk. 3, 5, 10, 20 ‘ölüm’ bizim için bir istatistik oldu. Sayıların azlığına, çokluğuna göre veriyoruz tepkilerimizi. 1-2 ‘ölüm’e başımızı çevirip bakmıyoruz bile! 8-10 ‘ciğerimizi yakıyor’, 15-20’lerde ise isyan ediyoruz ‘ölüme’... Artık o kadar sıradan geliyor ki ‘ölümler’ bu isyanlarımızı bile 24 saat geçmeden unutuveriyoruz. ‘Ölümü’ düşünmüyoruz işte, duyuyoruz ve yanından öylece geçip gidiyoruz... Bir ateşin orta yerinde yüzümüz gözümüz alevler içindeyken, ‘ateşin sadece düştüğü yeri yaktığını’ farz edip kendimizi kandırıyoruz...” Hiçbir yere gitmeyen bir daire etrafında dönüp duruyor kelimelerimiz, cümlelerimiz, acılarımız. Habire aynı acıyla göz göze gelip aynı kelimelerle, aynı cümlelerle üzülüp duruyoruz...

ARTIK YETER, ÇOK ÖLDÜK!

Borges, “İki tesadüftür, üç ise doğrulama...” diyor. İstanbul'un orta yerinde patlayan bu bilmem kaçıncı bomba neyin doğrulaması acaba?

Koca koca adamlar çıkmış “Terörle yaşamaya alışmalıyız” diyor... “Ölüme alışın, ölümlere alışın” diyor kibarca. Ölüme, ölmeye alışılır mı be adam!

Her sabah ölüme açıyoruz gözlerimizi.

Her sabah bir kısırdöngüye uyanıyoruz...

Ama artık yeter...

Çok öldük!

Ayrım yapmadan hepimizi öldüren aşağılık terör aynı... Parçalanmış araçlar, şehit tabutları, ağlayan anneler, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar, terörü lanetleyen siyasetçiler, bombanın tipini anlatan uzmanlar... 9 sütuna manşetler, isyanlar aynı.... Tekrar tekrar aynı gazeteyi yapıyoruz sanki.

Daha önce iki kez yazdığım yukarıdaki yazıda sadece isimleri, sayıları değiştirdim... İsimler, sayılar değişiyor... Biz aynı kelimelerle, aynı acıyı tekrar tekrar yaşıyoruz... Yazık bize, yazık bu ülkeye...


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR