“Hayatın matemini tutmaktansa, ona gülmek insana daha çok yakışır.”
Seneca
***
“Ne yapmış ki bu ülke için, ne üretmiş, sadece yazmış...” diyordu önümüzden geçip giden adam yanındaki kız arkadaşına: “Ben üretiyorum...”
Adamın bu ülke için ne ürettiğini bilmiyorum ama “Sadece yazmış...” diye burun kıvırdığı kişi Sait Faik Abasıyanık'tı.
Sait Faik'in “Benim için vatan...” dediği Burgazada'nın bol kedili sokaklarından denize doğru salına salına inerken söylüyordu bu sözleri hem de: “Sadece yazmış...”
Burgaz'ın sokaklarında kedileri, köpekleri, ağaçlarında türlü türlü kuşları, denizinde dülgerinden sinaritine envai çeşit balıkları, gökyüzünde martıları var ama ada ada olalı ilk kez böyle bir 'hayvanla' tanışmış olmalı...
Geçen pazar öğleden sonra Sait Faik'in 'çirkin şehir, pis şehir' dediği İstanbul'dan kaçıp onun 'vatanı'na Burgazada'ya gittik.
“Hemen gözlerimizin içine bakan bir köpek, az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, ufukları dar sisli bir deniz...” Bir Sait Faik öyküsünün içinde yürüdük bütün gün...
Birkaç oyuncu köpek, gün batımını izleyen aşık çiftler ve boş şezlongların olduğu küçük bir koyda denize girip ömrümden bir yaz daha eksiltim...
Sahilde bir kafede içtiğimiz çayların ardından bizi, o kollarından kaçıp geldiğimiz 'çirkin, pis' şehre götürecek motara binerken en son ne zaman bu kadar huzurlu hissettiğimi düşünüyordum.
YETER NE GÜLÜYORSUNUZ?
Burgaz'la Kınalı arasında denizin ortasında bir yerde motorun kıç tarafından bir erkek sesi yükseldi. Önce kimse ne olduğunu anlamadı. Başlar o tarafa döndüğünde 20'li yaşlarının ortasında bir genç sesini davudileştirip, kendi öfkesinin şehvetiyle volümünü her saniye daha da yükselterek, arka sıradaki birilerine bağırıyordu:“Yeter ya yeteeeeer!”
Yumruğunu havaya kaldırıp oturduğu tahta sıranın arkasına hızla vurarak devam etti. “Ne gülüyorsunuz ya! Herkesi rahatsız ediyorsunuz, böyle gülemezsiniz...” gibi bir şeyler söylüyordu. Hemen yanında oturan biraz daha yaşlıca -muhtemelen babası olan- adam da ona katıldı: “Kesin! Gülemezsiniz böyle...”
Motorda onların dışında kalan herkes olanlara bir anlam verebilmek için birbirine bakıyordu: “Ne gülmesi, ne rahatsızlığı?”
Yaşlı adam ve oğlu hemen araka sıralarında oturan iki genç kadının gülmesinden rahatsız olmuş, bağırıyordu. Ne diye sesli gülüyorlarmış da herkes rahatsız olmuş da!
Motordakiler konunun 'gülme' olduğunu anlayınca önce genç kadınlara yakın oturan bir adam itiraz etti: “Bizim rahatsız olduğumuz falan yok! Gülmenin nesi rahatsızlıkmış!”
Sonra bir diğeri atıldı: “Bırak gülsünler kardeşim sana ne...”
Neşeyle bindiğimiz motor birden bire bir cehenneme dönüştü. Herkes bağırıyor birileri ağlıyordu. Motorumuz denizin ortasında küçücük bir 'gülümseme'ye çarpmış su alıyordu.
Bütün o harala gürelenin arasında adadaki hödüğün “Ne yapmış ya sadece yazmış...” diye küçümsediği Sait Faik geldi aklıma. “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor” diyen Sait Faik.
Bırakın sevmeyi, insanların gülümsemesine tahammülü olmayan insanlarla aynı gemideyiz maalesef diye düşündüm... Ve 'Gemide' filminde Kaptan'ın söylediği “Bir memleket gibidir gemi...” cümlesi Burgaz ile Kınalı arasında karanlık gökyüzünde yıldızların arasında geçip gitti...
BEN GÜLMEKTEN YANAYIM
Motor Kınalıada'ya yanaştığında çok değil 10-15 dakika önce güzel bir günün ardından yorgun ama mutlu yolcularıyla denize açılan küçük motora polisler bindi. İki kadının gülmesinde rahatsız olup manasız öfkeleriyle motoru 'alabora' eden aile karakola götürülmek üzere karaya çıkarıldı.
Onlar giderken motorda alkışlar, ıslık sesleri ve gülüşmeler birbirine karışıyordu.
Umberto Eco'nun Gülün Adı romanındaki “Gülmek korkuyu öldürür” sözleri o akşam Burgazada-Bostancı motorunda vücut buldu sanki; gülmeyi yasaklamaya çalışanlara karşı gülmek isteyenler kazandı...
Yunan filozoflarından Herakleitos, insanın haline acıdığı, vahlandığı için hep üzgün bir yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış. Demokritos ise insanlık halini boş ve gülünç bulduğu için halk arasına alaycı bir güler yüzle çıkarmış...
Ben de Montaigne gibi Demokritos'tan, 'gülmekten', yanayım...
Motor Bostancı'ya yanaşırken topu topu 30-40 dakika içinde yaşananları düşünüp Burgazada'ya doğru baktım. Bu ülke için 'sadece yazan' Sait Faik bize soruyordu: “Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?”